Soru Sor
Sorunu sor hemen cevaplansın.
# 1. 20.YY. FELSEFESİ ÖZELLİKLERİ # 2. 20.YÜZYIL DÜŞÜNÜRLERİ VE AKIMLARI # MANTIKSAL POZİTİVİZM VE WİTTENGENSTEİN (1889 – 1951) # EGZİSTANYALİZM (VAROLUŞÇULUK) VE JEAN PAUL SARTRE (1905 – 1980) # FENOMENOLOJİ (GÖRÜNEN ÖZBİLİM) VE EDMUND HUSSERL (1859 -1938) # PRAGMATİZM VE WİLLİAM JAMES (1842 – 1910) # ENTÜİSYONİZM (SEZGİCİLİK) VE H. BERGSON (1859 -1941) # ANARŞİZM ve GODWİN
2-) 20.yy’da metafiziğe karşı bir eğilim vardır. Deneyciliğin etkili olduğu dönemdir. Bu anlayışa göre, gerçekliğin ancak deney yoluyla bir bilgisi olur ve bilgiyi de doğa bilimleri sağlar bu nedenle felsefenin araştırmaları ve konusu mantık ve bilim kuramı ile sınırlanmalıdır.
3-) Bilim ve teknolojinin gelişmesiyle ortaya çıkar. Kültür bunalımı denen sorunu ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle din, ahlak, sanat, toplum gibi kültür alanlarını temellendirme çalışmalarına gidilmiştir.
4-) 20.yy felsefesi ayrımlaşma ve uzmanlaşmayı beraberinde getirmiştir. Geçmişte felsefe tüm alanları kuşatırken, 20.yy’da bu alanlar tek tek bilimlerin bağımsızlığını kazanmasıyla ayrımlaşmıştır. (Siyaset felsefesi, varlık felsefesi vb.)
5-) 20.yy’da insanın, varlığı doğru kavrayabilme yeterliliğine ve gücünün olduğuna inanmaktadır. Nesnel gerçeklik yaygınlık kazanmıştır. 20.yy’da ilgi insanın varlığı üzerine çevrilmiştir. Çağdaş felsefe insanın gerçek varlığına kendinden önce gelen felsefelerden daha çok yakındır.
- Deney ve gözleme öncelik verilir
- Metafiziğe karşıdır. Metafiziksel şeyleri gereksiz ve yararsız sayarlar.
- Dış dünyayı deneyle tanınabileceğini savunurlar. Bilgiyi de akılla analiz ederiz.
En önemli temsilcisi Wittengenstein’dir. Bütün felsefe problemlerini bir dil problemine indirger. Ona göre gerçeklik dil ve düşünce arasında birebir uygunluktur. Düşünce dediğimiz şey anlamlı cümledir. Deney dil olarak ortaya konur. Bu nedenle dil hem düşüncenin hem dış dünyanın ortak görüntüsüdür. Dil dünyayı resimleyerek açıklar. Önermeler olguların resimleri ve tasvirleridir. Yani cümle, şeyi (durumu) ifade eder. Her resim mantıklı resimdir. Resmin anlamı ve göndergesi arasında uyum varsa resmedilen şey (yani cümle) doğru olur.
Mesela “Türkiye’nin başkenti Ankara’dır.” cümlesinde anlam ve onun göndergesi uyumlu olduğu için bu cümle doğrudur. Eğer “Türkiye’nin başkenti İstanbul’dur.” deseydik cümlede anlam ile göndergesi uyuşmadığı için yanlıştır diyecektik. Bu nedenle cümle şey-durumların var olması veya var olmamasını tasvir eder. Cümle doğruysa vardır, değilse şey durumu yoktur.
Önermelerin doğrulanmaları, duyu gözlemi ve gözleme dayalı olarak üretilen bilgilerle olur. Doğa bilimlerine ait önermeler dışındaki önermelerin doğrulanması imkânsızdır. Mesela matematik, mantık, din, ahlak ve metafiziğe ait önermelerin olgulara dayalı olmadıklarından doğrulanamayacaklarını söylerler. Mesela “Çalmak kötüdür” , “Tanrı vardır” gibi önermeler bir şeyin veya durumun görüntüsünü veremezler yani olgulara dayalı değildir. Bu nedenle doğrulanamazlar.
Geleneksel inanç ve değerlerin yitirilmesiyle insanlar kendilerini boşlukta hissetmeye başlamıştır. Bu durum yitirilmiş ve boşlukta bırakmış gördüğü her şey karşısında, bireyin kendi içine dönmesi ve onu boşluktan kurtaracak değerleri orada arama düşüncesine itmiştir.
İşte Varoluşculuk, bu duygular içinde olan insanın, yeni değerler bulma zorunluluğunu görmesiyle başlamıştır. Varoluşçuluk; bu duygular içinde olan insanın, birey olarak kenara itilmişliğine tepkiyi, bilim ve teknolojinin insanın özgürlüğüne tehlike oluşturduğuna dair bir başkaldırışı ifade eder.
Varoluşculuk akımının özelliklerini saymak gerekirse;
- Hiçbir gelişme ve değişme, insanın özgürlüğünü engellememelidir.
- Hayata anlam veren insandır ve kendisine yol gösterecek başka kimse yoktur.
- İnsan kendi bilinciyle, kendi davranışlarını yönlendirebilecek, irade ve karar gücüne sahip özgür bir varlıktır.
- İnsan kendi varlığını kendisi yaratmıştır.
- Yaptığı işin şu veya bu olması onu ahlaksız yapmaz. Ancak bu işi özgür yaptıktan sonra pişmanlık duyarsa ahlaksız olur. Çünkü o zaman kendi özüne ihanet etmiş olur.
Bu akımın ilk temsilcisi Kierkegaard’dır. En önemli temsilcisi ise J.P.Sartre’dir. Karl Jespers varoluşculuğu daha sistematik hale getirmiştir.
Sartre felsefesini, insan varlığıyla diğer nesnelerin varlığı arasındaki farkı inceleyerek oluşturmuştur. Herhangi bir araç yapacak olsak önce bu aracın nasıl olacağını tasarlarız. Zihnimizdeki bu taslak o aracın özüdür.
Önceden belirlenir. Araç da buna göre var olur. Ama insanın var oluşu böyle değildir. İnsan da öz var oluştan önce gelmez. Var oluş özden önce gelir. İnsan kendisini ne yaparsa o olur.
Doğuşunda insan ne iyidir ne de kötüdür. Ne dürüsttür ne de suçludur. Kendi özünü kendi eylemleriyle yaratır. Bu özgürlüğü içinde insan kaderini sürekli kendisi seçer. İnsanın geleneklerle, ahlaki yasalarla hiçbir bağı yoktur. Çünkü evrensel ahlak yasası yoktur. Ahlaki değerler ise mutlak değildir. İnsanın hangi koşullar altında olursa olsun, özgür olduğunu ve yaşamamızı kendi kararlarıyla meydana getirdiğini söyler. İnsanın özgür olduğu için sorumlu olduğunu ama yalnızca kendisine karşı sorumlu olduğunu belirtir.
Sartre, nesnel–mutlak doğruluk tanımaz. Çünkü böyle bir şey insan özgürlüğünü engeller. İnsan için mutlak değer özgürlüktür. Özgürce yapılan her şey ahlakça uygundur. Kendi yaptığından pişmanlık duyan kişi, kendi özgürlüğüne, dolayısıyla kendi özüne ihanet ediyor demektir. Bu da ahlaksızlıktır.
Doğa bilimleri, batı insanında, dünyanın nasıl bir şey olduğuna ve en iyi nasıl bilinebileceğine ilişkin yanlış bir tutum geliştirmiştir. Doğa bilimleri, doğanın temelde fiziksel olduğu, tin veya ruh alanın temelinde de maddesellik bulunduğu yanılgısını peşinen savunuyordu. Bu nedenle ruha ilişkin konuları yadsımışlar ve kenara itmişlerdir. Doğa bilimleri sergilediği bu anlayışı nedeniyle ruh alanını da fiziksel bilimlerinkine uygun yöntemle inceleme yanılgısına düşmüşlerdir. Bu yanılgıya düşmelerindeki ana neden fiziksel doğanın dışında hiçbir şeyin olamayacağı inancıdır.
Bu inanç bilginin ve doğrunun nesnel olduğu, insanın dışında bulunan bir gerçeğe dayanmaktadır. İşte bu nedenlerden dolayı 20.yy’da ortaya çıkan fenomenoloji empirizm ve pozitivizm’e karşıdır.
Husserl’ göre; bir nesnenin özelliklerini kavrayabilmek için; onun özüne ait olmayan tüm tesadüfî özelliklerin, ilgisiz görüşlerin ve önyargıların bir kenara bırakılması, parantez içine alınması gerekir. Böylece insanın öze ulaşmasını engelleyen, öze ait olmayan öğeler, kısa bir süre için yok sayılır.
Aslında varlıkları belirleyen, bir takım önemsiz özellikler değil de onları meydana getiren özelliklerdir. Bunları yalnızca bilinç ortaya çıkarabilir.
Husserl empirik yolla algılanan nesneyi reddetmez, onu şartsız kabul eder ve her türlü kuşku ve önyargıların üzerinde var olarak, dünyayı bu biçimde kabul ederek doğal bir tavır sergiler. Bu tavırı ile empirizm ve pozitivizm ile birleşir. Bu tavrı aşmak için, “Fenomenoloji indirgeme” dediği “parantez içine alma, dışarıda bırakma” diye adlandırdığı bir tavır daha geliştirir. Bu yolla özneyi paranteze alarak özneye yönelir. Yani fenomenoloji yöntemiyle varlığın özünü meydana getirmeyen somut özellikleri ayıklar. Varlığın somut özellikleri parantez içine alınarak ayıklanınca, bireysel yanı ortadan kaldırılmış olur, bu onun özüne varılması manasına gelir. Özler, duyularla kavranan nesnelerden ayrı bir alan oluşturur, ama duyulara dayanır. Yapılması gereken şey, onların duyusal yaşantılardan, olgulardan parantez içine alma işlemiyle ayıklanmalarıdır. Bu paranteze alma işlemleri sonucunda yalnızca “Mutlak ben veya Aşkın bilinç” kalacaktır. Bu bilinçteki her şey araştırılır ve böylece bulunan özler kesin ve genel geçer bilimin temelini oluşturur. Felsefe de bu sayede kesin bilim olur.
Kısacası fenomenoloji ile Husserl’in amacı dünyanın özünü, onun rastlantısal dış görünüşlerden soyarak ortaya çıkarmaktır. Böylece nesneler dünyası için “salt öz, salt varlık” düzlemine erişmek için yapılan eylem gerçekleşir.
Fenomonoloji’ye göre nesne, öznenin dış dünya ile girdiği ilişkiler sonucunda duyu organlarıyla algıladığı bir durum, daha doğrusu deney verileriydi. Bu bakımdan Empirizm ve Pozitivizm ile aynı noktadaydı. Husserl’e göre nesneler dünyada ancak rastlantı kategorisi ile kavranabilirdi. Diğer iki akım gibi nesneler dünyasında mutlak geçerliliği olan yasalar yani doğa yasaları egemen değildiler. Bu da fenomenolojiyi diğer iki akımdan ayırıcı özelliğiydi. Neden-sonuç ilişkisi içinde ele alınan doğa yasaları Husserl’e göre belirli bir takım koşullar altında elde edilen sonuçlar ışığında bir kesinlik değeri taşıyordu. Koşullar değiştiğinde ise farklı sonuçlar elde edilecek ve doğa yasalarının genel geçerlilik iddiaları söz konusu olmayacaktı. Bu nedenle nesneler dünyası ancak rastlantı kategorisiyle kavranabilirdi.
Husserl’e göre; insan zihninden tam anlamıyla bağımsız olmayan varlık alanı vardır. İnsan bu varlık alanını bilinciyle bilir. İnsan bilinci tarafından belirlenen bu varlık alanına Fenomenler denir. Fenomen bizim zihnimizin olanakları çerçevesinde var olur. O halde fenomenler zihnimizin belirlediği ve var ettiği varlıklardır.
Pragmatizm’in özelliklerini söylemek gerekirse;
- Her düşünce, yaşamımız için elverişli olduğu sürece doğrudur.
- İnsan için tek gerçeklik, uygulama alanında, işe yarayan gerçekliktir.
- İnsan hiçbir şey anlamaksızın bu dünyada, çıkarlarına bakmalıdır.
- Doğru düşüncenin pratik değeri, bu düşünceye karşılık olan nesnelerin pratik değerinden çıkmaktadır.
Temsilcisi W. James’e göre, sonu yarar getirmeyen her eylem anlamsızdır. İnsan için tek gerçeklik, uygulama alanında işe yarayan gerçekliktir. Her düşünce, yaşamamız için elverişli olduğu sürece doğrudur. Doğru düşünceler yararlı olmadıkça gerçek olamaz. Bir bilgi bir sorunu pratikte çözüyorsa o bilgi doğrudur.
Sezgiciliğin özelliklerine gelince;
- Sezgi içgüdüye benzeyen bir yaşantıyı kavramanın yoludur.
- Varlığı oluşturan süredir. Bergson süreyi sezginin temeline koymuştur.
- Mantıkçı Empirizmin savunduğu, en doğru bilgi, bilimsel bilgidir görüşüne karşı çıkar.
- Asıl amacı, yaşamı anlamak ve kavramaktır.
- Gerçek bilgi, bilimleri aşan bir anlayışla elde edilebilir.
Sezgicilik ilk kez sistematik şekilde Fransız Henri Bergson tarafından ortaya konulmuştur. O, gerçekliğin, yani varlıkların temel doğasının bilimin varsaydığı gibi, madde olmadığını göstermeye çalışır. Ona göre insanlar genellikle mekânla düşünmeye alıştıklarından maddeciliğe eğilimlidirler. Oysa zaman da, mekân kadar temeldir. Hatta yaşamın, belki de tüm gerçekliğin özü zamandır. Anlaşılması gereken şey, zamanın bir birikim, bir süre olduğudur. Bilimsel bilgi önemli olsa da yeterli olamaz. Çünkü bilim gerçekliğe ulaşamaz, çünkü nesnelerle doğrudan ve aracısız temas kuramaz. Gerçekliği bize verecek olan sezgidir.
Bergson’a göre, var olan şey madde, cansız varlık değildir; gerçeklik süredir ve bunu yalnızca sezgiyle kavrayabiliriz. Aklın gerçekliği kavramada yetersiz olduğunu söyler. Gerçeklik ancak süreyle kavranabilir. Ona göre yaşam, zaman içinde kavranan bir niteliktir. İçgüdüye benzeyen yaşamı kavramanın yolu sezgidir.
* Farklı kaynaktan 20. YY Felsefesi
On dokuzuncu yüzyılın sonlarından başlayıp günümüze dek uzanan felsefe.
Felsefe hiçbir zaman boşlukta gelişmeyip, kültürün bir parçası olarak, daima çağın siyasi ve toplumsal koşullarıyla ilişki içinde ortaya çıktığına göre, çağdaş felsefenin de, yirminci yüzyılın koşullarından etki*lenen, yirminci yüzyıla özgü bir bakış açısı vardır. Çağdaş felsefe içinde yer alan tüm filozoflar, aralarındaki farklılıklara karşın, işte bu bağlamda, bir parçası oldukları modern toplumun ilgi ve problemlerine yanıt vermek durumunda olmuşlardır. Şu halde, çağdaş felsefeyi karakterize eden birinci özellik, onun yirminci yüzyılda ortaya çıkan kimi temel durum ve oluşumlardan, örneğin modern toplumun bilim karşısındaki ikircikli tavrından, dile yönelik ilgiden, dünya savaşlarının yarattığı umutsuzluktan, toplumsal koşulların yarattığı güven bunalı*mı ve yabancılaşmadan, vb, yoğun bir biçimde etkilenmiş olmasıdır.
Çağdaş felsefeyi karakterize eden ikinci özellik, yirminci yüzyılda filozofların Batı felsefesine Kant’tan beri damgasını bulan kurmacılık veya konstrüktivizm ve görecilikten kaçınma çabası içine girmiş olmalarıdır. Buna göre, Batı felsefesinde Descartes’la başlayıp, Kant’la doruk noktasına ulaşan özne çıkışlı bir felsefe anlayışının ardından, yirminci yüzyıl felsefesi insandan ve insanın inançlarından bağımsız olarak varolan bir nesnel dünyanın varoluşunu kabul eden bir felsefedir. Nesnelliği yeni*den yakalamaya çalışan çağdaş felsefe, aynı zamanda nesnel olarak varolan bir evrenin bilgisinin mümkün Olduğunu savunan bir felsefe olarak ortaya çıkar.
Kabaca ve genel olarak değerlendirildiğinde, çağdaş felsefede tarihsel bir sıra için*de ortaya çıkan 3 ayrı gelenekten söz edilebilir: Analitik gelenek, fenomenolojik gelenek, eleştirel ya da yıkıcı gelenek.
Çağdaş felsefenin önemli ve büyük geleneği ise, Hobbes ve Hume’a mal edilebilecek olan kimi felsefi kabulleri benimseyen düşünürlerin oluşturduğu analitik gelenektir. Dünyanın çok büyük sayıda basit öğeden meydana geldiğini, kompleks nesnelerin bu öğelere ayrıştırılabileceğini ve bu basit varlıklarla karşılaşıldığı zaman, onların kolaylıkla tanınıp anlaşılabileceğini öne süren bu gelenek mensupları, felsefenin görevinin sentez değil de, dilsel ya da bilimsel veya mantıksal analiz olduğunu öne sürer. En önemli temsilcileri arasında George Edward Moore, Bertrand Russell, Gattlob Frege, Ludwig Wittgenstein, ve Viyana Çevresi düşünürlerini verebileceğimiz bu gelenek realist bir tavır alıp sağduyuya yaklaşırken, bir yandan da bilimden tarafa saf tutup ****fiziğe şiddetle karşı çıkar.
Çağdaş felsefenin ikinci geleneği ise, Alman filozofu Edmund Husserl tarafından kurulmuş olan fenomenolojik gelenektir. Bilginin olanağına büyük bir güçle inanırken, Kant’ın eseri olan konstrüktivizme şiddetle karşı çıkan fenomenolojik gelenek, kendinde şeylerin bilince göründüklerini öne sürmüştür. Bu çerçeve içinde bilince dönen ve bilincin yönelimselliğini bilinç üzerinde yoğunlaşmanın nedeni ve haklı kılınışı olarak değerlendiren fenomenolojik gelenek, aynı zamanda realist bir tavırla, şeylerin karşılı*lı bağımlılığı ve ilişkisi üzerinde durmuştur. Analitik geleneğin Hume’a yakın olduğu yerde, daha çok Hegel’e yaklaşan fenomenolojik geleneğin en önemli temsilcileri ara*sında Martin Heidegger’le Jean Paul Sartre bulunmaktadır.
Çağdaş felsefenin üçüncü geleneği Fransız düşünürleri Michel Foucault ve Jacques Derrida tarafından temsil edilen eleştirel ya da yıkıcı gelenektir. Örneğin, özcülüğe, ikiciliğe, Descartesçı felsefeye, akıl ya da lojisizme, Aydınlanma felsefesiyle pozitivizme ve dolayısıyla bütün bir moderniteye ilişkin olarak çok ciddi ve keskin bir eleştiri yönelten Derrida’nın son çözümlemede özcülüğe, ikiciliğe ve akılmerkezciliğe yönelik olan eleştirisi gerçekte ****fiziğe, Batı’nın bütün bir ****fiziksel düşüncesine yönelik bir kritik olmak duru*mundadır. Başka bir deyişle, Batı düşüncesinin yüzyıllardan beri termelinde yer kavram ve karşıtlıkları yeni baştan eleştirel bir bakışla değerlendiren bu gelenek, Barı felsefesinin temellerini sarmıştır.
Döneme Damga Vuran İsimler: E. Husserl, K. Popper, L. Wittgenstein, Gramsci, İrigaray, M. Heidegger, J. P. Sartre, A. Camus, A. Einstein, Simone De Beauvoir, Lyotard, Hayek.
Tarih: 2016-03-02 01:56:17 Kategori: Sözlük
Soru Tarat
Kitaptan sorunu tarat hemen cevaplansın.
Sorunu sor hemen cevaplansın.
20. Yüzyıl Felsefesi Nedir
Bu Yazıda Neler Var:
1. 20.YY. FELSEFESİ ÖZELLİKLERİ
1-) Bu yüzyıl felsefesinin çıkış noktası Kant’tır. 20.yy felsefelerini çoğu Kant’la hesaplaşmaya girişir. Kant’ın gerçekliğin bilgisiyle ilgili görüşleri ve yalnızca akla dayanan metafiziği eleştirisi bu yüzyılın dönüm noktası olmuştur.2-) 20.yy’da metafiziğe karşı bir eğilim vardır. Deneyciliğin etkili olduğu dönemdir. Bu anlayışa göre, gerçekliğin ancak deney yoluyla bir bilgisi olur ve bilgiyi de doğa bilimleri sağlar bu nedenle felsefenin araştırmaları ve konusu mantık ve bilim kuramı ile sınırlanmalıdır.
3-) Bilim ve teknolojinin gelişmesiyle ortaya çıkar. Kültür bunalımı denen sorunu ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle din, ahlak, sanat, toplum gibi kültür alanlarını temellendirme çalışmalarına gidilmiştir.
4-) 20.yy felsefesi ayrımlaşma ve uzmanlaşmayı beraberinde getirmiştir. Geçmişte felsefe tüm alanları kuşatırken, 20.yy’da bu alanlar tek tek bilimlerin bağımsızlığını kazanmasıyla ayrımlaşmıştır. (Siyaset felsefesi, varlık felsefesi vb.)
5-) 20.yy’da insanın, varlığı doğru kavrayabilme yeterliliğine ve gücünün olduğuna inanmaktadır. Nesnel gerçeklik yaygınlık kazanmıştır. 20.yy’da ilgi insanın varlığı üzerine çevrilmiştir. Çağdaş felsefe insanın gerçek varlığına kendinden önce gelen felsefelerden daha çok yakındır.
2. 20.YÜZYIL DÜŞÜNÜRLERİ VE AKIMLARI
MANTIKSAL POZİTİVİZM VE WİTTENGENSTEİN (1889 – 1951)
Mantıkçı pozitivistlere göre, matematik ve mantık ile doğru olarak tanımlanamayan, deney ve gözlem ile doğrulanamayan her bilgi değersiz, boş laftan başka bir şey değildir. Bilim sadece açık, mantıklı veya akılsal değil duyu deneyimi ile de incelenebilir ve kanıtlanabilir olandır. Metafizik bilimin ve felsefenin konusu olamaz. Çünkü metafizik açık ve mantıklı değildir. Bu akımın özelliklerine gelince;- Deney ve gözleme öncelik verilir
- Metafiziğe karşıdır. Metafiziksel şeyleri gereksiz ve yararsız sayarlar.
- Dış dünyayı deneyle tanınabileceğini savunurlar. Bilgiyi de akılla analiz ederiz.
En önemli temsilcisi Wittengenstein’dir. Bütün felsefe problemlerini bir dil problemine indirger. Ona göre gerçeklik dil ve düşünce arasında birebir uygunluktur. Düşünce dediğimiz şey anlamlı cümledir. Deney dil olarak ortaya konur. Bu nedenle dil hem düşüncenin hem dış dünyanın ortak görüntüsüdür. Dil dünyayı resimleyerek açıklar. Önermeler olguların resimleri ve tasvirleridir. Yani cümle, şeyi (durumu) ifade eder. Her resim mantıklı resimdir. Resmin anlamı ve göndergesi arasında uyum varsa resmedilen şey (yani cümle) doğru olur.
Mesela “Türkiye’nin başkenti Ankara’dır.” cümlesinde anlam ve onun göndergesi uyumlu olduğu için bu cümle doğrudur. Eğer “Türkiye’nin başkenti İstanbul’dur.” deseydik cümlede anlam ile göndergesi uyuşmadığı için yanlıştır diyecektik. Bu nedenle cümle şey-durumların var olması veya var olmamasını tasvir eder. Cümle doğruysa vardır, değilse şey durumu yoktur.
Önermelerin doğrulanmaları, duyu gözlemi ve gözleme dayalı olarak üretilen bilgilerle olur. Doğa bilimlerine ait önermeler dışındaki önermelerin doğrulanması imkânsızdır. Mesela matematik, mantık, din, ahlak ve metafiziğe ait önermelerin olgulara dayalı olmadıklarından doğrulanamayacaklarını söylerler. Mesela “Çalmak kötüdür” , “Tanrı vardır” gibi önermeler bir şeyin veya durumun görüntüsünü veremezler yani olgulara dayalı değildir. Bu nedenle doğrulanamazlar.
EGZİSTANYALİZM (VAROLUŞÇULUK) VE JEAN PAUL SARTRE (1905 – 1980)
Bilim ve teknolojinin insanlığı hizmet ettiği anlayışı zamanla yoğun eleştirilmeye başlandı. Bilim ve teknoloji insanlara mutluluk ve özgürlük götürecekti. Fakat insanlar endüstrinin temposuna uymakta, insanları zorlayarak insancıl değerleri yıkmış, haliyle insanların mutsuzluklarını arttırmıştır. Bu da, insanların kişiliklerini ve insanlıklarını yitirmelerine neden olmuştur.Geleneksel inanç ve değerlerin yitirilmesiyle insanlar kendilerini boşlukta hissetmeye başlamıştır. Bu durum yitirilmiş ve boşlukta bırakmış gördüğü her şey karşısında, bireyin kendi içine dönmesi ve onu boşluktan kurtaracak değerleri orada arama düşüncesine itmiştir.
İşte Varoluşculuk, bu duygular içinde olan insanın, yeni değerler bulma zorunluluğunu görmesiyle başlamıştır. Varoluşçuluk; bu duygular içinde olan insanın, birey olarak kenara itilmişliğine tepkiyi, bilim ve teknolojinin insanın özgürlüğüne tehlike oluşturduğuna dair bir başkaldırışı ifade eder.
Varoluşculuk akımının özelliklerini saymak gerekirse;
- Hiçbir gelişme ve değişme, insanın özgürlüğünü engellememelidir.
- Hayata anlam veren insandır ve kendisine yol gösterecek başka kimse yoktur.
- İnsan kendi bilinciyle, kendi davranışlarını yönlendirebilecek, irade ve karar gücüne sahip özgür bir varlıktır.
- İnsan kendi varlığını kendisi yaratmıştır.
- Yaptığı işin şu veya bu olması onu ahlaksız yapmaz. Ancak bu işi özgür yaptıktan sonra pişmanlık duyarsa ahlaksız olur. Çünkü o zaman kendi özüne ihanet etmiş olur.
Bu akımın ilk temsilcisi Kierkegaard’dır. En önemli temsilcisi ise J.P.Sartre’dir. Karl Jespers varoluşculuğu daha sistematik hale getirmiştir.
Sartre felsefesini, insan varlığıyla diğer nesnelerin varlığı arasındaki farkı inceleyerek oluşturmuştur. Herhangi bir araç yapacak olsak önce bu aracın nasıl olacağını tasarlarız. Zihnimizdeki bu taslak o aracın özüdür.
Önceden belirlenir. Araç da buna göre var olur. Ama insanın var oluşu böyle değildir. İnsan da öz var oluştan önce gelmez. Var oluş özden önce gelir. İnsan kendisini ne yaparsa o olur.
Doğuşunda insan ne iyidir ne de kötüdür. Ne dürüsttür ne de suçludur. Kendi özünü kendi eylemleriyle yaratır. Bu özgürlüğü içinde insan kaderini sürekli kendisi seçer. İnsanın geleneklerle, ahlaki yasalarla hiçbir bağı yoktur. Çünkü evrensel ahlak yasası yoktur. Ahlaki değerler ise mutlak değildir. İnsanın hangi koşullar altında olursa olsun, özgür olduğunu ve yaşamamızı kendi kararlarıyla meydana getirdiğini söyler. İnsanın özgür olduğu için sorumlu olduğunu ama yalnızca kendisine karşı sorumlu olduğunu belirtir.
Sartre, nesnel–mutlak doğruluk tanımaz. Çünkü böyle bir şey insan özgürlüğünü engeller. İnsan için mutlak değer özgürlüktür. Özgürce yapılan her şey ahlakça uygundur. Kendi yaptığından pişmanlık duyan kişi, kendi özgürlüğüne, dolayısıyla kendi özüne ihanet ediyor demektir. Bu da ahlaksızlıktır.
FENOMENOLOJİ (GÖRÜNEN ÖZBİLİM) VE EDMUND HUSSERL (1859 -1938)
Fenomen kelime anlamı olarak “Görünen” demektir. Kurucusu Edmund Husserl’dir. Kant’tan etkilenmiştir. Diğer temsilcisi Max Scheler’dir. Husserl, felsefeyi kesin bilim haline getirmek istemiştir. Ona göre felsefenin görevi, özlerin niteliğini ve işlevlerini araştırmaktır. Bu öze ulaşılmak için yapılan çalışmalara “fenomenoloji” adını verir. Ona göre fenomenoloji “bir felsefi sistemi değil, olayın özüne ulaşmak için kullanılan bir yöntemdir.” Bu akım, fenomenleri ve bilincin verilerini inceleyerek fenomenin içindeki özü yakalamaya çalışır. Bu anlayışa göre öz fenomenin içindedir ve bilinç bu özü sezgi yoluyla kavrayabilir. Yani fenomenoloji varlıkların özlerine ulaşmayı ve söz konusu özleri tasvir etmeyi amaçlar.Doğa bilimleri, batı insanında, dünyanın nasıl bir şey olduğuna ve en iyi nasıl bilinebileceğine ilişkin yanlış bir tutum geliştirmiştir. Doğa bilimleri, doğanın temelde fiziksel olduğu, tin veya ruh alanın temelinde de maddesellik bulunduğu yanılgısını peşinen savunuyordu. Bu nedenle ruha ilişkin konuları yadsımışlar ve kenara itmişlerdir. Doğa bilimleri sergilediği bu anlayışı nedeniyle ruh alanını da fiziksel bilimlerinkine uygun yöntemle inceleme yanılgısına düşmüşlerdir. Bu yanılgıya düşmelerindeki ana neden fiziksel doğanın dışında hiçbir şeyin olamayacağı inancıdır.
Bu inanç bilginin ve doğrunun nesnel olduğu, insanın dışında bulunan bir gerçeğe dayanmaktadır. İşte bu nedenlerden dolayı 20.yy’da ortaya çıkan fenomenoloji empirizm ve pozitivizm’e karşıdır.
Husserl’ göre; bir nesnenin özelliklerini kavrayabilmek için; onun özüne ait olmayan tüm tesadüfî özelliklerin, ilgisiz görüşlerin ve önyargıların bir kenara bırakılması, parantez içine alınması gerekir. Böylece insanın öze ulaşmasını engelleyen, öze ait olmayan öğeler, kısa bir süre için yok sayılır.
Aslında varlıkları belirleyen, bir takım önemsiz özellikler değil de onları meydana getiren özelliklerdir. Bunları yalnızca bilinç ortaya çıkarabilir.
Husserl empirik yolla algılanan nesneyi reddetmez, onu şartsız kabul eder ve her türlü kuşku ve önyargıların üzerinde var olarak, dünyayı bu biçimde kabul ederek doğal bir tavır sergiler. Bu tavırı ile empirizm ve pozitivizm ile birleşir. Bu tavrı aşmak için, “Fenomenoloji indirgeme” dediği “parantez içine alma, dışarıda bırakma” diye adlandırdığı bir tavır daha geliştirir. Bu yolla özneyi paranteze alarak özneye yönelir. Yani fenomenoloji yöntemiyle varlığın özünü meydana getirmeyen somut özellikleri ayıklar. Varlığın somut özellikleri parantez içine alınarak ayıklanınca, bireysel yanı ortadan kaldırılmış olur, bu onun özüne varılması manasına gelir. Özler, duyularla kavranan nesnelerden ayrı bir alan oluşturur, ama duyulara dayanır. Yapılması gereken şey, onların duyusal yaşantılardan, olgulardan parantez içine alma işlemiyle ayıklanmalarıdır. Bu paranteze alma işlemleri sonucunda yalnızca “Mutlak ben veya Aşkın bilinç” kalacaktır. Bu bilinçteki her şey araştırılır ve böylece bulunan özler kesin ve genel geçer bilimin temelini oluşturur. Felsefe de bu sayede kesin bilim olur.
Kısacası fenomenoloji ile Husserl’in amacı dünyanın özünü, onun rastlantısal dış görünüşlerden soyarak ortaya çıkarmaktır. Böylece nesneler dünyası için “salt öz, salt varlık” düzlemine erişmek için yapılan eylem gerçekleşir.
Fenomonoloji’ye göre nesne, öznenin dış dünya ile girdiği ilişkiler sonucunda duyu organlarıyla algıladığı bir durum, daha doğrusu deney verileriydi. Bu bakımdan Empirizm ve Pozitivizm ile aynı noktadaydı. Husserl’e göre nesneler dünyada ancak rastlantı kategorisi ile kavranabilirdi. Diğer iki akım gibi nesneler dünyasında mutlak geçerliliği olan yasalar yani doğa yasaları egemen değildiler. Bu da fenomenolojiyi diğer iki akımdan ayırıcı özelliğiydi. Neden-sonuç ilişkisi içinde ele alınan doğa yasaları Husserl’e göre belirli bir takım koşullar altında elde edilen sonuçlar ışığında bir kesinlik değeri taşıyordu. Koşullar değiştiğinde ise farklı sonuçlar elde edilecek ve doğa yasalarının genel geçerlilik iddiaları söz konusu olmayacaktı. Bu nedenle nesneler dünyası ancak rastlantı kategorisiyle kavranabilirdi.
Husserl’e göre; insan zihninden tam anlamıyla bağımsız olmayan varlık alanı vardır. İnsan bu varlık alanını bilinciyle bilir. İnsan bilinci tarafından belirlenen bu varlık alanına Fenomenler denir. Fenomen bizim zihnimizin olanakları çerçevesinde var olur. O halde fenomenler zihnimizin belirlediği ve var ettiği varlıklardır.
PRAGMATİZM VE WİLLİAM JAMES (1842 – 1910)
Pragmatizm bir hayat felsefesidir. Çünkü pragmatizm her şeyi insana göre değerlendirir. Bu nedenle bazıları pragmatizm’e hümanizm dahi demiştir. Pragmatizm’in Amerika da ortaya çıkması rastlantısal değildir. Çünkü Amerika’da, teorik ve akademik araştırmalardan daha çok, her şeyde fayda ve işe yararlılık önemli yer tutar.Pragmatizm’in özelliklerini söylemek gerekirse;
- Her düşünce, yaşamımız için elverişli olduğu sürece doğrudur.
- İnsan için tek gerçeklik, uygulama alanında, işe yarayan gerçekliktir.
- İnsan hiçbir şey anlamaksızın bu dünyada, çıkarlarına bakmalıdır.
- Doğru düşüncenin pratik değeri, bu düşünceye karşılık olan nesnelerin pratik değerinden çıkmaktadır.
Temsilcisi W. James’e göre, sonu yarar getirmeyen her eylem anlamsızdır. İnsan için tek gerçeklik, uygulama alanında işe yarayan gerçekliktir. Her düşünce, yaşamamız için elverişli olduğu sürece doğrudur. Doğru düşünceler yararlı olmadıkça gerçek olamaz. Bir bilgi bir sorunu pratikte çözüyorsa o bilgi doğrudur.
ENTÜİSYONİZM (SEZGİCİLİK) VE H. BERGSON (1859 -1941)
Sezgi (intuition) aklın doğrudan doğruya, yani araçsız olarak bir şeyin algısını elde etmesi manasına gelir. Aklın bir hamlede algılaması bir sezgidir. Biz sezgiyi, günlük dilde bir olayı olmadan önce sezmek olarak biliriz. Bazı filozoflar, bilginin elde edilmesi ve kaynağı olarak, ne aklı ne de duyumu kabul etmezler. Yani sezgiciler akıl ve duyumu gerçeği bulma ve bilme aracı olarak kabul etmez. Çünkü bunlar, bulmak ve bilmek için araçlara muhtaçtırlar. Oysa gerçek biliş, öz biliş, hiçbir araç olmaksızın, doğrudan doğruya sezgi gücüyle bilmekle mümkündür.Sezgiciliğin özelliklerine gelince;
- Sezgi içgüdüye benzeyen bir yaşantıyı kavramanın yoludur.
- Varlığı oluşturan süredir. Bergson süreyi sezginin temeline koymuştur.
- Mantıkçı Empirizmin savunduğu, en doğru bilgi, bilimsel bilgidir görüşüne karşı çıkar.
- Asıl amacı, yaşamı anlamak ve kavramaktır.
- Gerçek bilgi, bilimleri aşan bir anlayışla elde edilebilir.
Sezgicilik ilk kez sistematik şekilde Fransız Henri Bergson tarafından ortaya konulmuştur. O, gerçekliğin, yani varlıkların temel doğasının bilimin varsaydığı gibi, madde olmadığını göstermeye çalışır. Ona göre insanlar genellikle mekânla düşünmeye alıştıklarından maddeciliğe eğilimlidirler. Oysa zaman da, mekân kadar temeldir. Hatta yaşamın, belki de tüm gerçekliğin özü zamandır. Anlaşılması gereken şey, zamanın bir birikim, bir süre olduğudur. Bilimsel bilgi önemli olsa da yeterli olamaz. Çünkü bilim gerçekliğe ulaşamaz, çünkü nesnelerle doğrudan ve aracısız temas kuramaz. Gerçekliği bize verecek olan sezgidir.
Bergson’a göre, var olan şey madde, cansız varlık değildir; gerçeklik süredir ve bunu yalnızca sezgiyle kavrayabiliriz. Aklın gerçekliği kavramada yetersiz olduğunu söyler. Gerçeklik ancak süreyle kavranabilir. Ona göre yaşam, zaman içinde kavranan bir niteliktir. İçgüdüye benzeyen yaşamı kavramanın yolu sezgidir.
ANARŞİZM ve GODWİN
Bu yüzyıl anarşizmin en önemli temsilcilerinden biri Fransız Godwin’dir. Godwin göre yasalar; tutkuların, korkaklıkların, alışkanlıkların ve hırsların bir ürünüdür. Devletin ortadan kaldırılmasını, aşırı bireyciliği ve özgürlüğü savunmuştur. Topluluklar küçük ve bütünüyle özerk oldukları takdirde, yönetim olmadan yetkin olabileceklerini söyler.* Farklı kaynaktan 20. YY Felsefesi
On dokuzuncu yüzyılın sonlarından başlayıp günümüze dek uzanan felsefe.
Felsefe hiçbir zaman boşlukta gelişmeyip, kültürün bir parçası olarak, daima çağın siyasi ve toplumsal koşullarıyla ilişki içinde ortaya çıktığına göre, çağdaş felsefenin de, yirminci yüzyılın koşullarından etki*lenen, yirminci yüzyıla özgü bir bakış açısı vardır. Çağdaş felsefe içinde yer alan tüm filozoflar, aralarındaki farklılıklara karşın, işte bu bağlamda, bir parçası oldukları modern toplumun ilgi ve problemlerine yanıt vermek durumunda olmuşlardır. Şu halde, çağdaş felsefeyi karakterize eden birinci özellik, onun yirminci yüzyılda ortaya çıkan kimi temel durum ve oluşumlardan, örneğin modern toplumun bilim karşısındaki ikircikli tavrından, dile yönelik ilgiden, dünya savaşlarının yarattığı umutsuzluktan, toplumsal koşulların yarattığı güven bunalı*mı ve yabancılaşmadan, vb, yoğun bir biçimde etkilenmiş olmasıdır.
Çağdaş felsefeyi karakterize eden ikinci özellik, yirminci yüzyılda filozofların Batı felsefesine Kant’tan beri damgasını bulan kurmacılık veya konstrüktivizm ve görecilikten kaçınma çabası içine girmiş olmalarıdır. Buna göre, Batı felsefesinde Descartes’la başlayıp, Kant’la doruk noktasına ulaşan özne çıkışlı bir felsefe anlayışının ardından, yirminci yüzyıl felsefesi insandan ve insanın inançlarından bağımsız olarak varolan bir nesnel dünyanın varoluşunu kabul eden bir felsefedir. Nesnelliği yeni*den yakalamaya çalışan çağdaş felsefe, aynı zamanda nesnel olarak varolan bir evrenin bilgisinin mümkün Olduğunu savunan bir felsefe olarak ortaya çıkar.
Kabaca ve genel olarak değerlendirildiğinde, çağdaş felsefede tarihsel bir sıra için*de ortaya çıkan 3 ayrı gelenekten söz edilebilir: Analitik gelenek, fenomenolojik gelenek, eleştirel ya da yıkıcı gelenek.
Çağdaş felsefenin önemli ve büyük geleneği ise, Hobbes ve Hume’a mal edilebilecek olan kimi felsefi kabulleri benimseyen düşünürlerin oluşturduğu analitik gelenektir. Dünyanın çok büyük sayıda basit öğeden meydana geldiğini, kompleks nesnelerin bu öğelere ayrıştırılabileceğini ve bu basit varlıklarla karşılaşıldığı zaman, onların kolaylıkla tanınıp anlaşılabileceğini öne süren bu gelenek mensupları, felsefenin görevinin sentez değil de, dilsel ya da bilimsel veya mantıksal analiz olduğunu öne sürer. En önemli temsilcileri arasında George Edward Moore, Bertrand Russell, Gattlob Frege, Ludwig Wittgenstein, ve Viyana Çevresi düşünürlerini verebileceğimiz bu gelenek realist bir tavır alıp sağduyuya yaklaşırken, bir yandan da bilimden tarafa saf tutup ****fiziğe şiddetle karşı çıkar.
Çağdaş felsefenin ikinci geleneği ise, Alman filozofu Edmund Husserl tarafından kurulmuş olan fenomenolojik gelenektir. Bilginin olanağına büyük bir güçle inanırken, Kant’ın eseri olan konstrüktivizme şiddetle karşı çıkan fenomenolojik gelenek, kendinde şeylerin bilince göründüklerini öne sürmüştür. Bu çerçeve içinde bilince dönen ve bilincin yönelimselliğini bilinç üzerinde yoğunlaşmanın nedeni ve haklı kılınışı olarak değerlendiren fenomenolojik gelenek, aynı zamanda realist bir tavırla, şeylerin karşılı*lı bağımlılığı ve ilişkisi üzerinde durmuştur. Analitik geleneğin Hume’a yakın olduğu yerde, daha çok Hegel’e yaklaşan fenomenolojik geleneğin en önemli temsilcileri ara*sında Martin Heidegger’le Jean Paul Sartre bulunmaktadır.
Çağdaş felsefenin üçüncü geleneği Fransız düşünürleri Michel Foucault ve Jacques Derrida tarafından temsil edilen eleştirel ya da yıkıcı gelenektir. Örneğin, özcülüğe, ikiciliğe, Descartesçı felsefeye, akıl ya da lojisizme, Aydınlanma felsefesiyle pozitivizme ve dolayısıyla bütün bir moderniteye ilişkin olarak çok ciddi ve keskin bir eleştiri yönelten Derrida’nın son çözümlemede özcülüğe, ikiciliğe ve akılmerkezciliğe yönelik olan eleştirisi gerçekte ****fiziğe, Batı’nın bütün bir ****fiziksel düşüncesine yönelik bir kritik olmak duru*mundadır. Başka bir deyişle, Batı düşüncesinin yüzyıllardan beri termelinde yer kavram ve karşıtlıkları yeni baştan eleştirel bir bakışla değerlendiren bu gelenek, Barı felsefesinin temellerini sarmıştır.
Döneme Damga Vuran İsimler: E. Husserl, K. Popper, L. Wittgenstein, Gramsci, İrigaray, M. Heidegger, J. P. Sartre, A. Camus, A. Einstein, Simone De Beauvoir, Lyotard, Hayek.
Tarih: 2016-03-02 01:56:17 Kategori: Sözlük
Kitaptan sorunu tarat hemen cevaplansın.
Yorum Yapx